Feeds:
Posts
Comments

Posts Tagged ‘isaac newton’

Many of today’s scientists (incl. myself a lot of the time) have probably lost touch with some of the central tenets of being a scientist – instead titles, number of published papers and grant money brought in becoming more important than the societal impact of their publications and how much they contributed to human knowledge. A shoddy paper published in Nature/Science/Cell (especially if cited/talked about a lot) carries far more weight than a solid paper in a less glamorous journal. An academic who brings in grant money – doesn’t matter if he/she wastes it on shoddy or average research – is far more important (i.e. they will be promoted and bring in further funding easier as they already brought in some before) than one who chooses to concentrate on producing solid research but struggles to bring in money e.g. due to a lack of funding in their specific field or publishing papers in non-glamorous journals due to ‘non-exciting’ results as they didn’t add a spin to their conclusions (click here for other examples). Some of the papers published in prestigious journals in my field would not have been accepted if the senior authors of the same papers were the reviewers – many seem to apply a less stringent criteria to their own papers. The relationship between editors and some senior scientists is also opaque which is ultimately damaging to science. Image source: naturalphilosophy.org

Hell for academics and researchers (NB: The list is loosely ordered and is not an exhaustive one). Of course, inspired by Dante’s Nine levels/layers/circles of Hell

A few months ago, I spent almost a week trying to replicate a published “causal” association which had received >500 citations in the last 5 years. My aim was to provide a better effect estimate and to do this, I used two different datasets, one with similar and another with a larger sample size. However, both of my analyses returned null results (i.e. no effect of exposure on outcome). Positive controls were carried out to make sure the analysis pipeline was working correctly. Ultimately, I moved on to other ‘more interesting’ projects as there was no point spending time writing a paper that was probably going to end up in a ‘not-so-prestigious’ journal and never going to get >500 citations or be weighted heavily when I apply for grants/fellowships.

Consequently, inadvertently I contributed to publication bias on this issue – and no other analyses on the subject matter were published since the original publication, so I am sure others have found similar results and chose not to publish.

State of academia (very generally speaking): Really talented and successful people working like slaves for unimportant academic titles and average salaries. What’s worse is that the job market is so fierce that most are perfectly happy(!) to just get on with their ‘jobs and do what they’ve always been doing (Note: this is my first attempt at drawing using Paint 🙂 )

However, I have changed my mind about publishing null/negative results after encountering Russell, Wittgenstein and others’ long debates on proving ‘negative’ truths/facts (and in a nutshell, how hard it is to prove negatives – which should make it especially important to publish conclusive null findings). These giants of philosophy thought it was an important issue and spent years structuring their ideas but here I am, not seeing my conclusive null results worthy of publication. I (and the others who found similar results) should have at least published a preprint to right a wrong – and this sentiment doesn’t just apply to the scientific literature. I also think academics should spend some time on social media to issue corrections to common misconceptions in the general public.

This also got me thinking about my university education: I was not taught any philosophy other than bioethics during my undergraduate course in biological sciences (specialising in Genetics in the final year). I am now more convinced than ever that ‘relevant’ philosophy (e.g. importance of publishing all results, taking a step back and revisiting what ‘knowledge’ is and how to attain ‘truth’, how to construct an argument1, critical thinking/logical fallacies, what is an academic’s intellectual responsibility?) should be embedded and mandatory in all ‘natural science’ courses. This way, I believe future scientists and journal editors would appreciate the importance of publishing negative/null results more and allow well-done experiments to be published in ‘prestigious’ journals more. This way, hopefully, less published research findings are going to be false2.

References/Further reading:

  1. Think Again I: How to Understand Arguments (Coursera MOOC)
  2. Ioannidis JPA. Why Most Published Research Findings Are False. PLoS Med. 2(8): e124 (2015)
  3. How Life Sciences Actually Work: Findings of a Year-Long Investigation (Blog post)
  4. An interesting Quora discussion: Why do some intelligent people lose all interest in academia?
  5. Calculating the ‘worth’ of an academic (Blog post)
A gross generalisation but unfortunately there is some truth behind this table – and it’s not even a comprehensive list (e.g. gatekeepers, cherry picking of results). Incentives need to change asap – and more idealists are needed in academic circles!

*the title comes from the fact that today’s natural scientists would have been called ‘natural philosophers’ back in the day

Read Full Post »

Ne en güçlü, ne de en zeki olanlar hayatta kalır… Hayatta kalanlar değişime en çok adapte olabilenlerdir.” – Charles Darwin’in söylediği iddia edilir


Cambridge Üniversitesi’ne nasıl kabul aldın?

Twitter’da gördüm sanırım: “Aynı soru sana üç defa sorulduysa bir blog yazısı yazma vakti gelmiştir”e benzer bir cümleydi. Ben de “Cambridge Üniversitesi’ne nasıl kabul aldın?” ve benzeri sorularla pek çok defa karşılaştıktan sonra birşeyler karalamaya karar verdim. Leicester Üniversitesi’nde çalışırken bunun onda biri dahi sorulmamıştı 😉

Doktora öğrencilerine, doktorayı yeni bitirenlere ve akademik kariyer düşünen gençlere yönelik uzun bir doküman hazırladım. Az da olsa ingilizce terimler kullandım ama merak eden herkes okuyabilsin diye elimden geldikçe azaltmaya çalıştım (Not: iyi derecede ingilizce bilmeyenlerin iyi üniversitelere girmesi, hasbel-kader girdiyse de oralarda tutunması zor).

Okuyacağınız herşey benim şahsi düşüncelerim ve hiçbirine katılmak zorunda değilsiniz. Eminim yazdıklarımda hatalar ve eksikler olacaktır; bunları da bana bildirirseniz dökümanı hep beraber geliştirmiş oluruz. Katkıda bulunanlara da bir şekilde değineceğim. Şimdiden teşekkürler!

Darwin’e atfedilen yukarıda paylaştığım hakikat dolu sözle bir bağlantı kuracak olursam, evet, bir akademisyen için çok akıllı/zeki olmak bir avantajdır. Ama oyunun kurallarını (örneğin ‘arkadaşlarım/hocalarımla aramı nasıl iyi tutarım?‘, ‘iyi makale nasıl yazılır?‘, ‘nasıl fon getiririm?‘i) öğrenmek ve onlara göre adapte olmak da en az o kadar önemli – özellikle akademide oldugu gibi ‘oyun’un kuralları devamlı degişiyorsa… İşin bu kısımlarına da vakit harcayın.

Aşağıdaki dökümanda “Doktora sürecinde nelere dikkat etmeliyim?”, İngiltere’de akademik kariyer opsiyonları, “CV ve ‘Personal statement’ nasıl hazırlanır?“, ‘mülakat anı, öncesi ve sonrası neler yapmalıyım?‘, tez yazarken dikkat edilecekler, makale yazarken dikkat edilecekler ve prosedür, “Hocanızla ilişkiniz nasıl olmalı?” gibi konularda bilgiler ve tavsiyelerim bulunuyor. Umarım yardımcı olur. İlgileneceğini düşündüğünüz arkadaşlarınıza da yollarsanız sevinirim.

Ek olarak ilgili video ve tweetler:

Manisa Celal Bayar Üniversitesi Biyomühendislik ve Elektronik Mühendisliği lisans öğrencilerine sunum (13 Mayıs 2020)
Brit-Iş TV’den Ergin Balabeyoğlu’na verdiğim kısa roportaj
Rafşan Çelik’le Cambridge Üniversitesinde Akademisyen Olmak ve İngiltere’de Yaşam, Kültür ve Akademik Hayat uzerine (Instagram üzerinden*) söyleşi yaptık (3:38’de başlıyor).


Ingiltere’de üniversiteler – genel kurallara uyma dışında – devletten bağımsızdır. Örneğin hepsi kendi fonunu kendi bulur, yani büyük bir şirket gibi işlerler. Fakat en büyük fon 7 senede bir devletten gelir – üniversitelerin başarı seviyesine göre. Bu da onunla ilgili bir Tweet zinciri
Kıymetli Prof. Hikmet Geçkil Hocamın da bu dokümanı tavsiye ettiğini gördüm ve mutlu oldum. Umarım faydalı olmuştur

Read Full Post »

Not: Birkaç sene önce yazmaya başladığım ama sonradan iş-güç yoğunluğundan içini doldurmaktan vazgeçtigim bir kısa roman çalışması… Lütfen “hikayeyi düzeltirim/bitiririm” diyenler bana ulaşsın. İyi okumalar!

(İngilizce olarak da yazmayı düşünüyordum ‘Fable of the Nobel laureate’ başlığıyla)

O dört kişi kimdi acaba? Değmezmiş!” dedi ve hayata gözlerini yumdu – arkasında eşini, ailesini ve milyonlarca sevenini bırakarak…

———-

Sadece 12 saat önce dünya, Kısmet Eren’i “Nobel ödülü töreninde salya sümük ağlayan bilim kadını” olarak tanımıştı.

Kısmet’in hayalleri gerçek olmuştu ama birşeyler doğru gitmiyordu. Çünkü eşi, anne-babası ve kardeşleri gibi onu çok yakından tanıyanlar bunların mutluluk göz yaşları değil, üzüntüden olduğuna emindi.

————-

Kısmet, aynı günün akşamı eve geldiğinde odasına kapandı ve tüm gece Johnny Cash’ten “Hurt”ü dinledi. Hüngür hüngür ağlamaya devam etti – ve hızlıca yazmaya başladı:

Tüm dünya bilsin diye yazıyorum: Üniversiteden beri hoşlandığım eşimle evlendim. Kendisi şahit: çocuk istemediğimi en baştan açıkladım. Çok da dikkat ettik fakat bir dönem geldi: aylarca midem bulandı; tüm emarelere rağmen hamile olduğum ne benim, ne de eşimin aklına gelmedi. Karnım da büyümemişti fazla. Hemen aldırmak için doktora gittim ve bana çocuk 6 aylık olduğu için kanunen bunun mümkün olmadığını söyledi. Anlayacağınız üzere bu benim için büyük bir şoktu. “Neyse. Bekleyip görelim” dedim. Bir yandan çocuğu, diğer yandan da kariyerimi düşünüyorum. Çok önemli bir proje üzerine çalışıyorduk ve gün geçtikçe karnım büyüyordu; çalışmak zorlaşmıştı. Hormonal değişiklikler de etkili oldu ve projelerime ara vermek zorunda kaldım.

Çocuğum doğdu. Adını hem peygamber ismi, hem de ünlü fizikçi Isaac Newton’un ismi olan İshak koyduk. Anne olmak ilginç bir duyguydu fakat beni daha çok projem heyecanlandırıyordu. En kısa zamanda laboratuvara geri dönmek için çocuğa bir bakıcı tuttuk; ben de iki hafta dinlendikten sonra email yoluyla öğrencilerimle toplantı ayarladım ve hemen iş başı yaptım.

İki yıl gece-gündüz çalıştık ve milyonlarca çocuk ve gencin hayatını karartan kan kanserinin mekanizmasını çözdük. Çok büyük bir buluştu ve normalde 6 aydan önce hiçbir makalemizi basmayan Nature dergisi bile makaleyi iki haftada kabul etti ve “fast track” (hızlıca) yayınladı. Makalenin çıktığı gün dahi birçok bilim insanı “Nobel’i kazanacak buluş” diye yazı yazdı. Birçok yerde konuşma verdim. Dünyanın en mutlu insanıydım.

Bu sırada oğlum iki yaşına gelmiş; ben doğru-düzgün farkında bile değilim. Bir gün yine davet edildiğim bir üniversitede verdiğim bir konuşmadan sonra beni eşim ağlayarak aradı ve oğlumuzla beraber hastanede olduğunu; bir anda yere yıkılıp kaldığını söyledi. Üzüldum ama nedense dünyam yıkılmadı o an. Beni daha çok eşimin üzülmesi üzdü. Hemen eve dönüp, eşimi sakinleştirdim.

Sonra yıllardır beklediğim telefon geldi ve Nobel kurulundan aradılar.

Özellikle Nobel ödülünü elime aldığım anda neredeyse kanatlanıp uçacaktım. Fakat sadece yarım saat sonra beni bir kasvet kapladı. Oğlumun, onu arada-sırada kucağıma aldığımda, direkt gözümün içine bakışları gözümün önüne geldi. Hayatımda belki ilk defa oğlumu özledim – ve kontrolsüz bir şekilde ağlamaya başladım. Etrafımdaki herkes bunların mutluluk göz yaşı olduğunu sanıyordu ve beni tebrik ediyordu.

“Bir saniyeye ihtiyacım var” deyip, bir kenara oturdum; sonra da “kendimi iyi hissetmiyorum” deyip, çıktım.

Yolda hep ağladım ve kendi kendime konuştum.

Eve geldiğimde de yıllar önce verdiğim karar aklıma geldi ve kalbim duracak gibi oldu.

——————

Tam o sırada eşi odaya girdi ve yanına oturdu.

Kısmet, “sana birşey söyleyeceğim” deyip, mektubu eşine uzattı. “Oku” dedi; bitirdiğini düşündüğü anda da konuşmaya başladı:

Yirmi küsür yıl bu sırrı sakladım; hatta ben bile unuttum zaman geçtikçe. Şimdi ise her detayını hatırlıyorum…

Anne-babama, kardeşlerime, en yakın arkadaşlarıma dahi anlatmadım. 20 yaşındaydım. Dişimi fırçalayıp, odama geçtim. Yatağımda oturdum ve o dönemde favori kitabım olan Nobel ödülü kazanan kadınlarla ilgili kitabımı açtım. “Ben de Nobel kazanabilecek miyim?” diye hayaller kurduğumda yatağımın başında çok güzel bir genç oğlan çocuğu belirdi. Şimdi düşünüyorum da nedense bağırmak gelmedi aklıma. Sakin bir şekilde “ne yapıyorsun burada?” diye sorduğumu hatırlıyorum. O da bana “Nobel ödülü senin için çok mu önemli?” diye sordu. “Evet; Nobel kazanan kadın sayısı çok az; Türk kadın zaten yok” dedim. “Biz senin gibi çok özel kadınlara bir opsiyon sunuyoruz – bu soruyu son 100 senede sadece 4 kişiye sorduk. 40’lı yaşlara geldiğinde seçtiğin alanda Nobel ödülünü – ve tek başına, paylaşmadan – kazanacaksın. Fizyoloji ve Tıp Nobel’ini seçersen sana herhangi bir kanserin çaresini söyleyeceğiz. Fizik seçersen sana çözmek istediğin problemin formülünü verecegiz. Kimya, Ekonomi, Barış, Edebiyat… Hangisini istersen…”

“Anlamadım…”

“Fakat karşılığında bir oğlun olacak; ve iki yaşına geldiğinde onu acı çekmeden yanımıza alacağız. Bugün verdiğin kararın geri dönüşü olmayacak. Ayrıca bu anlaşmadan kimsenin haberi olmayacak. Anlattığın takdirde sen de vefat edeceksin”

“Anladım da… Yanımıza alacağız derken? Siz kimsiniz?”

“Ben bir meleğim. Teklifi kabul edersen, oğlun iki yaşında vefat edecek ve Cennet gibi bir yerde yanımızda bekleyecek”

Çocuğu falan hiç düşünmedim bile… Kendimi inanılmaz önemli birisi gibi hissediyordum ve bu çok hoşuma gitmişti. İçimden “ben zaten evlenmeyi de, çocuk yapmayı da düşünmüyorum.” dedim ve Nobel’in altın madalyası bir anda gözümde parladı. Fazla düşünmeden “tamam” dedim.

İnsanlığa faydalı işler yapmak da benim için önemliydi fakat Nobel ödülü gözümü kör etmişti. Aklımda hep “acaba bu proje bana Nobel kazandırır mı?” sorusu vardı. Eğer cevap hayırsa o projeyi – potansiyel olarak ne kadar önemli dahi olsa – hemen terkedip, başka bir proje arardım kendime. Kulisleri dinlerdim – ‘Nobel kurulu hangi projelere göz atıyor?’ öğrenmeye çalışır, o alanda ses getirecek işlere yönelirdim.

O ana dönebilmek için herşeyi verirdim… Çok özür dilerim!” yazdı ve ağlayarak eşine sarıldı.

“En azından oğlumun yanına gömün beni; orada sarılayım evladıma.”

Eşi ‘ne diyorsun Kısmet; ne gömmesi?’ diye sordu. O da “o dort kişi kimdi acaba? Degmezmiş!” dedi ve fenalaştı. Ambulans dahi gelemeden hayata gözlerini yumdu.

Otopside doktorlar “kırık kalp sendromu” teşhisi koydu. Kalbi üzüntüye dayanamamıştı…

Vasiyetindeki gibi naaşını oğlunun yanına defnetme işlemleri başlatıldı…

————————

Bu büyük kadın, devlet töreniyle oğlu İshak’ın yanına gömüldü.

Cenazede bulunan bir kalp ehli, eşinin kulağına eğilip “Kader Kısmet hayatında hiç olmadığı kadar mutlu” dedi…

Eşi bir anda çok sevindi çünkü çok yakın ailesi dışında kimse eşinin iki ismi olduğunu bilmiyordu…

Read Full Post »